HUKUK GENEL KURULU Esas No : 2022/10-795 Karar No : 2023/641
MAHKEMESİ : Antalya 5. İş Mahkemesi
ÖZEL DAİRE KARARI : Yargıtay 10. Hukuk Dairesinin
06.07.2021 tarihli ve 2020/7981 Esas, 2021/9679 Karar sayılı BOZMA kararı
Taraflar arasındaki maddi ve manevi tazminat
davasından dolayı yapılan yargılama sonunda İlk Derece Mahkemesince davanın
kısmen kabulüne karar verilmiştir.
Kararın davalı K5 vekili tarafından istinaf edilmesi
üzerine Bölge Adliye Mahkemesince istinaf başvurusunun esastan reddine karar
verilmiştir.
Bölge Adliye Mahkemesi kararı davalı K5 vekili
tarafından temyiz edilmesi üzerine Yargıtay 10. Hukuk Dairesince yapılan
inceleme sonunda bozulmuş, İlk Derece Mahkemesi tarafından Özel Daire bozma
kararına karşı direnilmiştir.
Direnme kararı davalı K5 vekilince temyiz edilmekle;
kesinlik, süre, temyiz şartı ve diğer usul eksiklikleri yönünden yapılan
inceleme sonucunda, temyiz dilekçesinin kabulüne karar verildikten sonra Tetkik
Hâkimi tarafından hazırlanan gündem ve dosyadaki belgeler incelenip gereği
düşünüldü:
I. DAVA
Davacılar vekili dava dilekçesinde; müvekkillerinin
murisi K10’ın davalı K7’na ait olup davalı şirket tarafından üstlenilen
inşaatta 03.10.2009 tarihinde meydana gelen kaza sonucunda vefat ettiğini,
Antalya 11. Asliye Ceza Mahkemesinin 2010/29 Esas, 2014/660 Karar sayılı kararı
ile davalılar K7 ve K5’nun taksirle ölüme sebebiyet verme suçundan adli para
cezası ile cezalandırılmalarına karar verildiğini, müvekkillerinin meydana
gelen kaza nedeniyle büyük acı ve ızdırap yaşadıklarını, davanın belirsiz alacak
davası olarak açıldığını ileri sürerek davacı eş K1 yönünden 1.000,00 TL maddi,
40.000,00 TL manevi; davacı çocuklar Buse ve K3 yönünden 1.000,00’er TL maddi,
30.000’er TL manevi ve davacı baba K3 yönünden ise 1.000,00 TL maddi, 40.000,00
TL manevi tazminatın yasal faizi ile birlikte davalılardan müştereken ve
müteselsilen tahsiline karar verilmesini talep etmiş, 08.10.2018 havale tarihli
talep artırım dilekçesinde maddi tazminat talebini davacı eş K1 yönünden
181.769,49 TL’ye, çocuk K2 yönünden 69.384,50 TL’ye ve çocuk K3 yönünden ise
39.067,71 TL’ye yükseltmiştir. Davacılar vekili 27.06.2019 havale tarihli talep
artırım dilekçesinde maddi tazminat taleplerini tekrar arttırarak eş K1
yönünden 219.748,45 TL, çocuk K2 yönünden 79.007,70 TL, çocuk K3 yönünden
42.460,06 TL maddi tazminatın yasal faizi ile birlikte davalılardan müştereken
ve müteselsilen tahsiline karar verilmesini talep etmiştir.
II. CEVAP
1. Davalılar K7 ve F2 Madencilik Taahhüt Tic. ve San.
Ltd. Şti. vekili; müvekkili K7 yönünden davanın husumet yokluğu nedeniyle reddi
gerektiğini, davalı şirketin meydana gelen kazada kusurunun bulunmadığını,
Antalya 11. Asliye Ceza Mahkemesinin 2010/29 Esas, 2014/660 Karar sayılı
kararının müvekkili K7 tarafından temyiz edilmesi nedeniyle ceza dosyasının
sonucunun bekletici mesele yapılması gerektiğini belirterek davanın reddini
savunmuştur.
2. Davalı K5 vekili; müvekkilinin proje müellifi
olduğunu, şantiye şefi olmadığını, bu nedenle meydana gelen kazada kusurunun
bulunmadığını belirterek davanın reddini savunmuştur.
III. İLK DERECE MAHKEMESİ KARARI
A. İlk Derece Mahkemesi Kararı
İlk Derece Mahkemesinin 17.07.2019 tarihli ve 2016/369
Esas, 2019/541 Karar sayılı kararı ile Antalya 3. Asliye Hukuk Mahkemesinde
açılan ancak Mahkemece görevli mahkemenin İş Mahkemesi olduğu belirtilerek
verilen görevsizlik kararının Yargıtay (Kapatılan) 21. Hukuk Dairesice onanması
üzerine sürdürülen yargılama sonucu davanın belirsiz alacak davası olarak
açılması nedeniyle yargılama sırasında bir kez talep artırımı
yapılabileceğinden 27.06.2019 tarihli dilekçenin ıslah dilekçesi olarak kabul
edildiği, davacıların murisi K10’ın hizmet akdine bağlı olmaksızın kendi nam ve
hesabına çalıştığı sırada iş kazasının meydana gelmesi nedeniyle davalılar ile
arasında işçi-işveren ilişkisi bulunmadığı, 03.10.2009 tarihinde murisin dava
dışı K9’un davalı şirketin sahibi olan davalı K7’ndan aldığını belirttiği
dairenin yangın merdivenine açılan kapının altındaki boşluğa mermer yapmak için
inşaatta olduğu sırada hazırladığı mermerin kapının altına uyup uymadığını
kontrol etmek amacıyla kapıyı açmak isterken boşluğa düşerek vefat ettiği,
Kurum müfettişi tarafından hazırlanan inceleme raporunda murisin % 40;
davalılar K7 ve K5’nun % 60 kusurlu olduğunun belirtildiği, mahkemece alınan
bilirkişi heyet raporunda ise boşluktan düşme ihtimalini öngörebilecek durumda
olmasına rağmen kişisel güvenliğini ihmâl ederek tedbirsiz ve dikkatsiz
davranan murisin % 40; gerekli ikaz ve uyarılarda bulunmayan daire sahibi dava
dışı K9’un % 10; inşaat mimari projesini yapan ve inşaat işlerinin projeye
uygun yapılıp yapılmadığını denetlediğini beyan eden ve ceza yargılaması
sonucunda mahkumiyet kararı kesinleşen davalı K5’nun % 5; yangın merdiveni
boşluğunu geçici korkuluklarla güvenli hâle getirmeyen daire sahiplerini ve bu
kişilerin tadilat için anlaşmaya vardığı kişileri uyarmayan, bilgilendirmeyen
ve inşaat alanında tam bir otorite sağlamayan davalı şirketin ise (şirket
yetkilisi K7’nun % 5 oranında sorumluluğu bulunmakla) % 45 oranında kusurlu
olduğu, ceza dosyasındaki kusur raporları ile eldeki davadaki kusur raporu
arasında davalıların kusur oranlarına ilişkin farklı tespitler olsa da tüm
raporlarda murisin % 40 oranında kusurlu olduğunun belirtilmesi ve davalıların
kusur oranlarının açılacak rücuan tazminat davasında değerlendirilmesinin
mümkün olması nedeniyle yeni bir kusur raporu alınmasına gerek olmadığı,
murisin kendisine ait işyerindeki ücretinin asgari ücretin 1,6 katı olduğu,
aktüer hesap yapılırken davalıların 5510 sayılı Kanun kapsamında üçüncü kişi
konumunda olmaları nedeniyle davacı hak sahipleri eş ve çocukların iş kazası nedeniyle
bağlanan ilk peşin sermaye değerinin yarısının davalıların toplam kusuru olan %
60 oranına göre mahsubu gerektiği, bu esaslar çerçevesinde hazırlanan aktüerya
hesap raporunun hükme esas alındığı, öte yandan sigortalı murisin eşi,
çocukları ve babasının yaşadığı acının telafisi amacıyla kusur oranları da
gözetilerek manevi tazminata hükmedilmesi gerektiği gerekçesiyle davanın kısmen
kabulü ile davacı eş K1 yönünden 219.748,45 TL maddi ve 25.000,00 TL manevi;
davacı çocuk K2 yönünden 79.007,70 TL maddi ve 15.000,00 TL manevi; davacı
çocuk K3 yönünden 42.460,06 TL maddi ve 15.000,00 TL manevi ve davacı baba K3
yönünden 20.000,00 TL manevi tazminatın kaza tarihinden itibaren işleyecek
yasal faiziyle birlikte davalılardan müteselsilen tahsiline, davacı baba K3’ın
maddi tazminat talebinin reddine karar verilmiştir.
IV. İSTİNAF
A. İstinaf Yoluna Başvuranlar
İlk Derece Mahkemesinin yukarıda belirtilen kararına
karşı süresi içinde davalı K5 vekili istinaf başvurusunda bulunmuştur.
B. Gerekçe ve Sonuç
Bölge Adliye Mahkemesinin 19.03.2020 tarihli ve
2019/2425 Esas, 2020/855 Karar sayılı kararı ile davalıların ve dava dışı
üçüncü kişinin kusur oranları yönünden rücu davasında değerlendirilme
yapılabileceği, İlk Derece Mahkemesince hükmolunan maddi ve manevi tazminat
miktarlarından davalı K5’nun diğer davalılarla birlikte müştereken ve
müteselsilen sorumlu tutulmasında isabetsizlik olmadığı, kararda vakıa ve
hukuki değerlendirme bakımından kanuna aykırılık bulunmadığı gerekçesiyle
davalı K5 vekilinin istinaf başvurusunun esastan reddine karar verilmiştir.
V. BOZMA VE BOZMADAN SONRAKİ YARGILAMA SÜRECİ
A. Bozma Kararı
1. Bölge Adliye Mahkemesinin yukarıda belirtilen
kararına karşı süresi içinde davalı K5 vekili temyiz isteminde bulunmuştur.
2. Yargıtay 10. Hukuk Dairesinin yukarıda tarih ve
sayısı belirtilen kararı ile “… Dava sigortalının vefatı nedeniyle hak
sahiplerinin maddi ve manevi zararlarının giderilmesi istemine ilişkindir.
1- 6100 sayılı H.M.K.’nun 107. maddesinde düzenlenen
belirsiz alacak davası, özellikle zararın baştan belirlenemediği ancak bir
incelemeden sonra zararın tam olarak tespitinin mümkün olduğu tazminat
taleplerinde söz konusu olur. Alacaklının böylesi bir davayı açabilmesi için
alacağının miktarını tam ve kesin olarak belirlemesinin objektif olarak mümkün
olmaması gerekir. Alacak miktarı biliniyorsa yada bilinebilecek durumda ise
böyle bir dava açılamaz. Çünkü bu durumda her davada arandığı gibi hukuki yarar
aranacak olup alacak miktarının biliniyor yada bilinebilecek olması halinde
davacının hukuki yararından söz edilemez.
Belirsiz alacak davasında yapılan yargılama sırasında
alacağın miktarının tam olarak belirlenmesi ile davacı talebini iddianın
genişletilmesi yasağına tabi olmaksızın artırabilecektir. Alacağın belirli hale
gelmesi sonrasında ortaya çıkan yeni talep eksik belirtilirse davacının bundan
sonraki yeni artırma isteği iddianın genişletilmesi yasağıyla karşılaşacaktır.
Çünkü böylesi bir durumda alacağın belirsizliği değil davacının kendi
ihmalinden kaynaklanan bir durum söz konusudur.
Somut olayda davacıların maddi tazminat istemini
belirsiz alacak davası olarak açtığı,davacıların maddi tazminat alacaklarının
22.09.2018 tarihli rapor ile bilinir hale gelmesi üzerine davacılar vekilinin
08.10.2018 tarihli dilekçesiyle maddi tazminat istemlerini neticeten
sigortalının eşi için 181.769,49 TL’ye çocuğu Buse için 69.384,50 TL’ye ve
çocuğu Halil için 39.067,71 TL’ye artırdığı halde; 27.06.2019 tarihli
dilekçesiyle maddi tazminat istemlerini neticeten sigortalının eşi için
219.748, 45 TL’ye, çocuğu Buse için 79.007,70 TL’ye ve çocuk Halil için
42.460,06 TL’ye artırdığı anlaşılmakla; davacıların maddi tazminat istemlerinin
22.09.2018 tarihli raporla bilinir hale gelmesi akabinde taleplerini arttırmış
olmasına göre davacılar vekilinin ilk talep artırım dilekçesine itibarla karar
verilmesi gerekirken ikinci talep artırım dilekçesine itibarla karar verilmesi
usul ve yasaya aykırı olmuştur.
2- Taraflar arasında kusurun aidiyeti ve oranı
noktasında uyuşmazlık bulunduğu anlaşılmaktadır. Bilindiği üzere gerek kaza
tarihinde yürürlükte olan 818 sayılı Borçlar Kanunu 53. Maddesi gerekse de
yargılama sırasında yürürlüğe giren 6098 sayılı Türk Borçlar Kanunu 74. maddesi
hükmü gereğince, hukuk hâkimi kesinleşen ceza mahkemesi kararındaki maddi olgu
ile bağlıdır. Ceza mahkemesi kendine has usuli olanakları nedeniyle hükme esas
aldığı maddi olayların varlığını saptamada daha geniş yetkilere sahiptir. Bu
nedenle, hukuk hakiminin, ceza hakiminin fiilin hukuka aykırılığını ve illiyet
bağı saptayan maddi vakıa konusundaki kabulü ve ceza mahkemesinin kabul ettiği
olayın gerçekleşme şekli diğer bir deyişle maddi vakıanın kabulü konusunda
kesinleşmiş olan bir mahkumiyet veya maddi vakıa tespiti yapan beraat hükmüyle
bağlı olacağı hem ilmi (Prof Dr. Kemal Gözler, “Res Judicata’nın Türkçesi
Üzerine”, Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dergisi, Cilt 56, Sayı 2, 2007,
s.45-61 ) hem de kökleşmiş kazai içtihatlarla benimsenmiş bulunmaktadır.
Öte yandan bu tür iş kazalarında kusurun
belirlenmesinde, kabul edilen maddi olgular doğrultusunda; tarafların kusur
oran ve aidiyetleri işçi sağlığı ve iş güvenliği konularında uzman
bilirkişilerden alınacak bilirkişi raporu uyarınca saptanmalıdır. Kusur durumu
saptanırken, iş güvenliği mevzuatına göre hangi önlemlerin alınması
gerektiğinin, bu önlemlerin işverence alınıp alınmadığının ve alınmış önlemlere
sigortalı işçinin uyup uymadığının, 5510 sayılı Kanunun 21.maddesi ile kaza
tarihinde yürürlükte olan 4857 sayılı Kanunun 77.maddesi ile İşçi Sağlığı ve İş
Güvenliği Tüzüğü hükümleri çerçevesinde değerlendirilerek belirlenmesi ve oluşa
uygun kusur raporu alınması gerekir.
Somut olayda, dava harici K9’un, proje sorumlusunun
davalı K5 olduğu, davalı K7’nun ise yetkilisi olduğu, davalı F2 Şirketinden
satın aldığı dairenin yangın merdiveni önüne mermer eşik yaptırmak için
davacıların murisi K10 ile anlaştığı, olay günü Şeref’in yangın merdiveni
kapısını açarak mermer eşiği yerleştirmek istediği sırada, kapının tam
açılmaması üzerine yarım açılan kapı aralığından kapı arkasına geçip kapı
arkasında bulunan klima bağlantı hortum ve kordonlarını itmeye çalıştığı esnada
dengesini kaybetmesi neticesinde bulunduğu yangın merdiveni etrafına korkuluk
yapılmamış olması nedeniyle, merdiven boşluğundan düşerek vefat ettiği
anlaşılmıştır. Dosya kapsamındaki bilgi ve belgelere sigortalı Şeref’in
bağımsız çalışan olduğunun anlaşılmasına göre iş sağlığı ve güvenliği
tedbirlerinin büyük çoğunluğunun kendisi tarafından alınması gerektiği açıktır.
Nitekim aynı olayla ilgili karara bağlanan ve Yargıtay denetiminden geçip,
onanarak kesinleşen Antalya 11. Asliye Ceza Mahkemesinin 2010/29 E- 2014/660 K sayılı
dosyasında hükme esas alınan bilirkişi raporuna göre de müteveffa sigortalının
birinci derecede asli, sanık K5 ve K7 ile daire Sahibi K9’un ikinci derece tali
kusurlu oldukları tespit edilmiştir İş bu temyize konu dava dosyasında alınan
rapora göre ise davalı F2 Şirketinin %45 (Bu Kusurun %5’inin davalı K7’na ait
olduğu) davalı K5’nun %5, dava harici K9’un %10 ve müteveffa sigortalının %40
oranında kusurlu olduğu kabul edilmiş ise de; itibar edilen kusur raporunda
belirlenen kusur oranlarının olayın oluşuna uygun olmadığı anlaşılmaktadır.
Bu açıklamalar doğrultusunda mahkemece yapılacak iş,
yukarıda açıklanan olguları dikkate alacak şekilde olayın oluşuna uygun kusur
oranlarının tespiti için dosyanın A sınıf iş güvenliği uzmanlarından
oluşturulacak heyete tevdi edilerek kusur raporu almaktan ibarettir.
3- Öte yandan, maddi tazminat alacağının
belirlenmesinde davacının ilk talep artırım dilekçesinin dayanağını oluşturan
bu yönle de maddi tazminat yönünden davalı lehine usuli kazanılmış hak
oluşturan 22.09.2018 tarihli hesap raporuna, tespit edilecek kusur oranları
uygulanıp, yine bu raporda işlemiş devre sonu olarak kabul edilen tarih
değiştirilmeden, SGK tarafından davacılara bağlanan gelirin rücuya kabil
kısmının tenzili ile davacıların maddi tazminat alacaklarının tespitine karar
verilmesi aynı zamanda davalı K7 ile F2 Şirketinin ilk derece mahkemesince
verilen karara karşı istinaf ve temyiz itirazlarının bulunmaması nedeniyle,
davacıların iş bu davalılara karşı kazandıkları usuli kazanılmış hakların da
verilecek kararda gözetilmesi gerekmektedir.
Mahkemece bu maddi ve hukuki olgular gözetilmeksizin,
eksik inceleme ve araştırma ile yazılı şekilde karar verilmesi usul ve yasaya
aykırı olup bozma nedenidir.
O halde, davalı K5 vekilinin bu yönleri amaçlayan
temyiz itirazları kabul edilmeli ve bu aşamada temyiz itirazlarının sair
yönleri incelenmeksizin Antalya Bölge Adliye Mahkemesi 9. Hukuk Dairesinin
istinaf başvurusunun esastan reddine ilişkin kararının kaldırılarak İlk Derece
Mahkemesince verilen hüküm bozulmalıdır….” gerekçesiyle karar
bozulmuştur.
B. İlk Derece Mahkemesince Verilen Direnme Kararı
İlk Derece Mahkemesinin yukarıda tarih ve sayısı
belirtilen kararı ile; önceki gerekçeye ilaveten ceza dosyasında bulunan beş
bilirkişi raporunun ikisinde davacıların murisinin asli, üçünde tali kusurlu
olduğunun belirtildiği, öte yandan davacıların murisinin asli kusurlu olduğu
belirtilen iki bilirkişi raporunun birinde ise davalı K7’nun da asli kusurlu
olduğunun bildirildiği ancak Antalya 11. Asliye Ceza Mahkemesinin 2010/29 Esas,
2014/660 Karar sayılı kararında hangi bilirkişi raporunun hükme esas alındığının
açıklanmadığı, sadece K7 ve K5’nun davacıların murisinin ölümünde birlikte
kusurlu olduğunun belirtildiği, davacıların murisinin kusuruna dair
değerlendirme bulunmadığı, ceza dosyasında tespit edilen maddi vakıaların hukuk
hakimini bağlayacağı, zira davacıların murisinin mermer eşik yapacağı dairenin
yangın merdivenine açılan kapı önündeki merdiven boşluğuna mimari projeye göre
yapılması zorunlu kafes ve korkuluk sisteminin yapılmaması nedeniyle kazanın
meydana geldiği hususuna gerekçeli kararda yer verildiği, bu itibarla
davacıların murisinin sırf bağımsız çalışıyor olması sebebiyle iş sağlığı ve
güvenliğine ilişkin çoğu tedbiri alması gerektiği belirtilerek yeniden
bilirkişi raporu alınmasının gerektiğine dair bozma kararının somut olaya uygun
olmadığı, hesap raporunda belirtilen maddi tazminat miktarlarının hüküm altına
alınmasının dosya kapsamına uygun olduğu, diğer taraftan davacılar vekilinin
22.09.2018 tarihli aktüerya bilirkişi raporuna itiraz ettiğini belirterek
08.10.2018 tarihli talep artırım dilekçesi sunması üzerine alınan 10.12.2018
tarihli ek hesap bilirkişi raporunda ölüm aylığı ve gelirleri belirlendikten
sonra ilk peşin sermaye değerinin tespiti için araştırma yapılmasının
istenilmesi sonrasında eksiklikler tamamlanarak alınan 07.04.2019 tarihli
ikinci ek hesap bilirkişi raporuna göre davacılar vekili tarafından 27.06.2019
tarihinde ikinci talep artırım dilekçesinin verildiği gözetildiğinde
davacıların ilk talep artırım dilekçesini sunduğu tarihte ölüm gelirinin ilk
peşin sermaye değerinin dosyada bulunmadığı anlaşıldığından 6100 sayılı
Kanun’un 107 nci maddesinin ikinci fıkrası gereğince bahsi geçen tarihte
alacağın miktar veya değerinin tam ve kesin olarak belirlenebilmesinin mümkün
olmadığı, bu nedenle ikinci talep artırım dilekçesinin esas alınması gerektiği,
kaldı ki ilk dilekçe talep artırım dilekçesi olarak kabul edilmiş olsa dâhi
belirsiz alacak davasında davanın ıslahına yasal engel bulunmadığı gerekçesiyle
direnme kararı verilmiştir.
V.TEMYİZ
A. Temyiz Yoluna Başvuranlar
Direnme kararına karşı süresi içinde davalı K5 vekili
tarafından temyiz isteminde bulunulmuştur.
B. Temyiz Sebepleri
Davalı K5 vekili, müvekkilinin mimari proje müellifi
olduğunu, uygulama sorumluluğunun bulunmadığını, kaldı ki mimari projede bir
eksiklik olmadığını, dava dışı K9’un yüklenici şirketten satın aldığı dairenin
yangın merdiveni önüne eşik yaptırmak için bağımsız çalışan olan davacıların
murisi K10 ile anlaştığı, murisin inşaatta kimsenin bulunmadığı ve
çalıştığından haberdar olmadığı pazar günü emniyet önlemlerini almadan
çalıştığı sırada inşaattan düşerek vefat ettiğini, kazanın murisin ve daire
sahibinin önlem almaması nedeniyle meydana geldiğini, murisin bağımsız
çalışması nedeniyle müvekkilinin kusurunun bulunmadığını, İlk Derece
Mahkemesince kusur oranının tespiti için uzman bilirkişilerden rapor
alınmadığını, Asliye Ceza Mahkemesi tarafından alınan bilirkişi raporunda muris
asli kusurlu bulunmuşken eldeki davada yüklenici şirket ile eşit kusurlu kabul
edilmesinin doğru olmadığını, talep artırım dilekçesinde yasal sınırın
aşıldığını, talep artırım dilekçesinde talep tarihi dikkate alınmadan işleyecek
faize karar verilmesinin hatalı olduğunu, davacıların murisinin birinci
derecede kusurlu olduğu kabul edilerek taleplerin değerlendirilmesi gerektiğini
belirterek direnme kararının bozulmasını talep etmiştir.
C. Uyuşmazlık
Direnme yoluyla Hukuk Genel Kurulu önüne gelen
uyuşmazlık;
1-Belirsiz alacak davası olarak açılan eldeki davada
maddi tazminat miktarının 22.09.2018 tarihli bilirkişi raporuyla mı yoksa
07.04.2019 tarihli ikinci ek bilirkişi raporuyla mı tam ve kesin olarak
belirlenebilir hâle geldiği; buradan varılacak sonuca göre 08.10.2018 tarihli
ilk talep artırım dilekçesine mi yoksa 27.06.2019 tarihli dilekçenin ıslah
dilekçesi mi yahut ikinci talep artırım dilekçesi mi olduğu belirlenip buna
göre bu dilekçeye mi itibar edilmesi gerektiği,
2-Davacıların murisinin çalışma şekli, olayın oluşu,
ceza davasındaki maddi olgunun hukuk hâkimini bağladığı ve davacıların murisi
K10’ın bağımsız çalışan olduğu gözetildiğinde iş sağlığı ve güvenliği
tedbirlerinin büyük çoğunluğunun davacıların murisi tarafından alınması
gerektiğinin kabulünün dosya kapsamına uygun olup olmadığı; buradan varılacak
sonuca göre A sınıf iş güvenliği uzmanından oluşacak bilirkişi heyetinden
olayın oluşuna uygun kusur oranlarının tespiti için yeniden rapor alınmasının
gerekip gerekmediği noktalarında toplanmaktadır.
D. Gerekçe
1. İlgili Hukuk
1. 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nun (6100
sayılı Kanun) 107 nci maddesi
2. Mülga 818 sayılı Borçlar Kanunu’nun (818 sayılı
Kanun) 53 üncü maddesi [6098 sayılı Türk Borçlar Kanunu’nun (6098 sayılı Kanun)
74 üncü maddesi].
3. 5510 sayılı Sosyal Sigortalar ve Genel Sağlık
Sigortası Kanunu’nun (5510 sayılı Kanun) 13 ve 21 inci maddeleri.
2. Değerlendirme
a. (1) numaralı uyuşmazlık yönünden
1. Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nun 107 nci maddesiyle
mülga 1086 sayılı Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunu’nda yer almayan yeni bir dava
türü olarak belirsiz alacak ve tespit davası kabul edilmiştir.
2. Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nun “Belirsiz alacak ve
tespit davası” başlıklı 107 nci maddesinin 28.07.2020 tarihli ve 31199 sayılı
Resmî Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe giren 7251 sayılı Hukuk Muhakemeleri
Kanunu ile Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılması Hakkında Kanun (7251 sayılı
Kanun) ile değiştirilmeden önceki metninde;
“(1)Davanın açıldığı tarihte alacağın miktarını yahut
değerini tam ve kesin olarak belirleyebilmesinin kendisinden beklenemeyeceği
veya bunun imkânsız olduğu hâllerde, alacaklı, hukuki ilişkiyi ve asgari bir
miktar ya da değeri belirtmek suretiyle belirsiz alacak davası açabilir.
(2)Karşı tarafın verdiği bilgi veya tahkikat sonucu
alacağın miktarı veya değerinin tam ve kesin olarak belirlenebilmesinin mümkün
olduğu anda davacı, iddianın genişletilmesi yasağına tabi olmaksızın davanın
başında belirtmiş olduğu talebini artırabilir.
(3)Ayrıca, kısmi eda davasının açılabildiği hâllerde,
tespit davası da açılabilir ve bu durumda hukuki yararın var olduğu kabul
edilir.” düzenlenmesi bulunmakta iken 7251 sayılı Kanun’un 7 nci maddesi ile
madde başlığı “Belirsiz alacak davası”; ikinci fıkrası “(2) Karşı tarafın
verdiği bilgi veya tahkikat sonucu alacağın miktarı veya değerinin tam ve kesin
olarak belirlenebilmesi mümkün olduğunda, hâkim tarafından tahkikat sona
ermeden verilecek iki haftalık kesin süre içinde davacı, iddianın genişletilmesi
yasağına tabi olmaksızın talebini tam ve kesin olarak belirleyebilir. Aksi
takdirde dava, talep sonucunda belirtilen miktar veya değer üzerinden görülüp
karara bağlanır.” şeklinde değiştirilmiş, maddenin üçüncü fıkrası ise
yürürlükten kaldırılmıştır.
3. Hükümet tasarısında yer almayan bu madde, Türkiye
Büyük Millet Meclisi Adalet Komisyonu tarafından esasen baştan miktar veya
değeri tam tespit edilemeyen bir alacakla ilgili hak arama durumunda olan
kişinin, hukuk sisteminde karşılaştığı güçlüklerin bertaraf edilerek hak arama
özgürlüğü çerçevesinde mümkün olduğunca en geniş şekilde korunmasının
sağlanması gerekçesi ile ihdas edilmiş ve kanunlaşmıştır.
4. Davanın belirsiz alacak davası türünde açılabilmesi
için davanın açıldığı tarih itibariyle uyuşmazlığa konu alacağın miktar veya
değerinin tam ve kesin olarak davacı tarafça belirlenememesi gereklidir.
Belirleyememe hâli, davacının gerekli dikkat ve özeni göstermesine rağmen
miktar veya değerin belirlenmesinin kendisinden gerçekten beklenilmemesi
durumuna ya da objektif olarak imkânsızlığa dayanmalıdır.
5. Madde gerekçesinde; “Bu davanın kabul edilmesinin
artık salt hukukî korumanın ötesine geçilerek “etkin hukukî koruma”nın gündeme
gelmiş olmasının da bunu gerektirdiği belirtildiği gibi, hak arama durumunda
olan kişi, talepte bulunacağı hukukî ilişkiyi, muhatabını ve bu ilişkiden
dolayı talep edeceği miktarı asgarî olarak bilmesine ve tespit edebilmesine
rağmen, alacağının tamamını tam olarak tespit edemeyebilecektir. Belirsiz
alacak ve tespit davalarına ilişkin hükümlerin mukayeseli hukukta da yer aldığı
dikkate alınarak, davanın açıldığı tarihte alacağın miktarını yahut değerini
tam ve kesin olarak belirleyebilmesinin kendisinden beklenemeyeceği veya bunun
imkânsız olduğu hâllerde, alacaklının, hukukî ilişki ile asgarî bir miktar ya
da değer belirterek belirsiz alacak davası açabilmesi kabul edilmiştir.
Alacaklının bu tür bir dava açması için, dava açacağı miktar ya da değeri tam
ve kesin olarak gerçekten belirlemesi mümkün olmamalı ya da bu objektif olarak
imkânsız olmalıdır. Belirsiz alacak veya tespit davası açıldıktan sonra,
yargılamanın ilerleyen aşamalarında, karşı tarafın verdiği bilgiler ve sunduğu
delillerle ya da delillerin incelenmesi ve tahkikat işlemleri sonucu (örneğin,
bilirkişi ya da keşif incelemesi sonrası), baştan belirsiz olan alacak belirli
hâle gelmişse, davacının, iddianın genişletilmesi yasağına tabi olmaksızın
davanın başında belirtmiş olduğu talebini artırabilmesi benimsenmiştir.”
şeklindeki açıklamayla alacağın belirsiz olup olmadığı ile ilgili olarak bazı
kıstaslar kabul edilmiştir.
6. Bu kıstaslar; davanın açıldığı tarihte alacağın
miktarını yahut değerini tam ve kesin olarak belirleyebilmesinin;
i.Davacının kendisinden beklenememesi,
ii.Bunun olanaksız olması,
iii.Açıkça karşı tarafın verdiği bilgi veya tahkikat
sonucu alacağın miktarı ve değerinin tam ve kesin olarak belirlenebilmesinin
mümkün olması olarak belirtilmektedir.
7. Belirsiz alacak davasının getirdiği en önemli etkin
koruma, usul ekonomisi ve hak arama özgürlüğüne hizmet etmesi yanında davacının
yüksek yargılama giderlerine katlanma ve dava konusu hakkın zamanaşımına uğrama
riskini azaltmasıdır.
8. Zira zamanaşımı süresi, belirsiz alacak davası
açılması ile tüm alacak için kesildiğinden davacının belirleyemediği alacağının
zamanaşımına uğraması söz konusu olmayacaktır (Hakan Pekcanıtez, Belirsiz
Alacak Davası, 2011, s. 26-31).
9. Bu noktada usul kanunlarında yapılacak
değişikliklerin zaman bakımından uygulanması ile ilgili açıklama yapılması
faydalı olacaktır.
10. Usul hukuku alanında geçerli temel ilke,
yargılamaya ilişkin usul hükümlerinin derhâl yürürlüğe girmesidir. Bu ilkenin
benimsenmesinin nedeni ise bu kanun hükümlerinin kamu düzeni ile yakından
ilgili olduğu, daima eskisinden daha iyi ve amaca en uygun olduğu fikri ile
kanun koyucunun, fertlere ait olan hakların yeni usul hükümleri ile daha önce
yürürlükte olan kanundan daha iyi ve daha adil bir şekilde korunacağına ilişkin
inancıdır.
11. Usul kurallarının zaman bakımından uygulanmasında
derhâl uygulanırlık kuralı ile birlikte dikkate alınması gereken bir husus da
yeni usul kuralı yürürlüğe girdiğinde ilgili “usul işleminin tamamlanıp
tamamlanmadığı”dır.
12. Hemen belirtilmelidir ki dava, dava dilekçesinin
mahkemeye verilmesiyle başlayan ve bir kararla (veya hükümle) sonuçlanıncaya
kadar devam eden çeşitli usul işlemlerinden ve aşamalarından oluşmaktadır.
Yargılama sırasındaki her usul işlemi ayrı ayrı ele alınıp değerlendirmeye tâbi
tutulmalıdır.
13. Bir usul işlemi yargılama sırasında yapılmaya
başlanıp tamamlandıktan sonra yeni bir usul kuralı yürürlüğe girerse söz konusu
işlem geçerliliğini korur. Başka bir deyişle tamamlanmış usul işlemleri yeni
yürürlüğe giren usul hükmünden (veya kanunundan) etkilenmez. Buna karşın bir
usul işlemine başlanmamış veya başlanmış olup da henüz tamamlanmamış ise yeni
usul hükmü (veya kanunu) hemen yürürlüğe gireceğinden etkilenir. Çünkü usule
ilişkin kanunlar -tersine bir kural benimsenmediği takdirde- genel olarak hemen
etkili olup uygulanırlar (Saim Üstündağ, Medeni Yargılama Hukuku, Cilt I,
İstanbul 1997, s. 73 ilâ 78).
14. Yapılan açıklama ve ilkelere uygun olarak 6100
sayılı Kanun’un “Zaman bakımından uygulanma” başlığını taşıyan 448 inci
maddesinin birinci fıkrası da, “Bu Kanun hükümleri, tamamlanmış işlemleri
etkilememek kaydıyla derhâl uygulanır” hükmünü içermektedir. Bu madde hükmüne
göre kanunda aksine bir düzenleme getirilmediği takdirde yeni usul hükümlerinin
tamamlanmış usul işlemlerine bir etkisi olmayacak, önceki kanuna veya hükümlere
göre yapılmış ve tamamlanmış olan işlemler geçerliliğini koruyacaktır. Buna karşın
tamamlanmamış usul işlemleri yeni kanun hükümlerine göre yapılacaktır. Nitekim
aynı hususlar Yargıtay Hukuk Genel Kurulunun 18.03.2021 tarihli ve 2017/4-1397
Esas, 2021/292 Karar ile 27.12.2022 tarihli ve 2022/(22)9-668 Esas, 2022/1841
Karar sayılı kararında da vurgulanmıştır.
15. Diğer taraftan belirsiz alacak davasını açan
davacı, alacağı belirlenebilir hâle geldikten sonra kesin talep sonucunu
mahkemeye bildirecektir. Talep sonucunun kesin olarak belirlenmesi genellikle
geçici talep sonucunun artırılması şeklinde olacaktır. Kanun talep sonucunun
artırılmasına açıkça izin verdiğinden ayrıca karşı tarafın iznine veya ıslah
yoluna başvurulmasına gerek bulunmamaktadır. Davacı tarafça talep sonucunun
kesinleştirilmesi üzerine geçici talep sonucu değil kesin talep sonucu esas alınmalıdır
(Pekcanıtez, s. 56).
16. Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nun 107 nci maddesinin
ikinci fıkrası ile tahkikatın sona ermesine kadar davanın başında belirtilen
talebin artırılabileceği kabul edilmişken 7251 sayılı Kanun’un 7 nci maddesi
ile maddenin ikinci fıkrasında yapılan değişiklikle talep sonucunun
belirlenmesi mümkün olduğunda hâkim tarafından tahkikat sona ermeden verilecek
iki haftalık kesin süre içinde davacının talebini artırabileceğine dair
düzenleme yapılmıştır.
17. Bu açıklamalara göre 28.07.2020 tarihinde
yürürlüğe giren 7251 sayılı Kanun’un 7 nci maddesi ile 6100 sayılı Kanun’un 107
nci maddesinin ikinci fıkrasında yapılan değişiklikle talep sonucunun
belirlenmesi mümkün olduğunda hâkim tarafından tahkikat sona ermeden verilecek
iki haftalık kesin süre içinde davacının talebini artırabileceğine dair
düzenleme yapılmış ise de kanunların geriye yürümemesi ilkesi ve talep
artırımının yapılmakla tamamlanmış usuli işlem olması nedeniyle eldeki davada
talep artırım dilekçelerinin tarihi itibariyle bu yeni hükmün uygulanamayacağı
kabul edilmelidir.
18. O hâlde eldeki davanın yasal dayanağı olan 6100
sayılı Kanun’un 107 nci maddesinin ikinci fıkrasının ilk hâlinde yer alan
düzenlemeye göre belirsiz alacak davasını açan davacı, alacağı belirlenebilir
hâle geldikten sonra kesin talep sonucunu mahkemeye bildirecektir. Talep
sonucunun kesin olarak belirlenmesi genellikle geçici talep sonucunun
artırılması şeklinde olacaktır (Pekcanıtez, s. 56).
19. Somut olayda davacılar vekilinin belirsiz alacak
davası olarak açtığı davada davacı eş K1 yönünden 1.000,00 TL maddi, 40.000,00
TL manevi; çocuklar Buse ve K3 yönünden 1.000,00’er TL maddi, 30.000,00’er TL
manevi ve baba K3 yönünden ise 1.000,00 TL maddi, 40.000,00 TL manevi
tazminatın davalılardan tahsiline karar verilmesini talep ettiği, yargılama
sırasında alınan 22.09.2018 tarihli bilirkişi raporunda hesaplanan maddi
tazminat miktarlarına ve davacı baba K3 yönünden hesaplama yapılmamasına itiraz
ederek 08.10.2018 tarihli talep artırım dilekçesi ile bu rapor doğrultusunda
davacı eş K1 yönünden maddi tazminat miktarını 181.769,49 TL’ye, çocuk K2
yönünden 69.384,50 TL’ye, çocuk K3 yönünden 39.067,71 TL’ye yükselttiği,
ardından İlk Derece Mahkemesince taraf vekillerinin itirazları yerinde
görülerek getirtilen belgeler de dikkate alınarak düzenlenen 07.04.2019 tarihli
ek bilirkişi raporu doğrultusunda 27.06.2019 tarihli talep artırım dilekçesiyle
ikinci kez talebini arttırarak davacı eş K1 yönünden 219.748,45 TL, çocuk K2
yönünden 79.007,70 TL ve çocuk K3 yönünden ise 42.460,06 TL maddi tazminatın
davalılardan tahsilini talep ettiği, İlk Derece Mahkemesince ikinci talep
arttırım dilekçesine itibar edilerek bu dilekçede belirtilen miktarlar
üzerinden hüküm kurulduğu anlaşılmıştır.
20.Yukarıdaki açıklamalar ışığında somut olay
değerlendirildiğinde; tüm deliller toplanmadan hazırlanan ve davacılar vekili
tarafından itiraz edilen 22.09.2018 tarihli bilirkişi raporuyla alacakların tam
ve kesin olarak belirlenebilir hâle geldiğinin kabul edilemeyeceği, zira taraf
vekillerinin itirazları ve bu rapordan sonra getirtilen belgeler kapsamında
değerlendirme yapılarak düzenlenen 07.04.2019 tarihli ek bilirkişi raporunda
davacıların maddi tazminat alacaklarının daha fazla olduğunun belirlendiği, bu
nedenle tazminat alacağı 07.04.2019 tarihli ek bilirkişi raporu ile tam ve
kesin olarak belirli hâle geldiğinden bu ek rapor doğrultusunda sunulan
27.06.2019 tarihli talep artırım dilekçesine hukuki değer atfedilmesinde usul
ve yasaya aykırı bir yön bulunmamaktadır.
21. Hukuk Genel Kurulundaki görüşmeler sırasında
davacılar vekilinin 22.09.2018 tarihli bilirkişi raporuna itiraz etmesine
rağmen itirazlarının karşılanmasını veya ek rapor alınmasını beklemeden aceleci
davranıp 08.10.2018 tarihli talep artırım dilekçesiyle talep sonucunu
belirlediği anlaşıldığından artık 07.04.2019 tarihli ek bilirkişi raporunda
alacakların daha fazla çıkması üzerine verdiği 27.06.2019 tarihli ikinci talep
artırım dilekçesine hukuki değer atfedilemeyeceği, bu nedenle 08.10.2018
tarihli ilk talep artırım dilekçesinin hükme esas alınması gerekirken
27.06.2019 tarihli ikinci talep artırım dilekçesine göre karar verilmesinin
yerinde olmadığı ve direnme kararının bozulması gerektiği ileri sürülmüş ise de
bu görüş Kurul çoğunluğu tarafından benimsenmemiştir.
22. Hâl böyle olunca direnme kararı usul ve yasaya
uygundur.
23.Bu nedenle (1) numaralı uyuşmazlık yönünden direnme
kararı onanmalıdır.
b. (2) numaralı uyuşmazlık yönünden
1. Öncelikle konuya ilişkin mevzuattaki düzenlemeler
ve kavramlar üzerinde kısaca durulmasında fayda bulunmaktadır.
2. İş kazası, sigortalının işyerinde iş dolayısıyla ya
da işverence yürütülmekte olan işyeri dışındaki çalışması sırasında ortaya
çıkan, sigortalının hemen ya da sonradan sakatlığına neden olan olay olarak
tanımlanabilir (Türk Hukuk Lûgatı, Cilt I, Ankara 2021, s.605).
3. 01.10.2008 tarihinde yürürlüğe giren ve somut
olayda uygulanması gereken 5510 sayılı Kanun’un 13 üncü maddesinde iş kazası;
“a) Sigortalının işyerinde bulunduğu sırada,
b) (Değişik bend:17.04.2008-5754 S.K./8.mad) İşveren
tarafından yürütülmekte olan iş nedeniyle sigortalı kendi adına ve hesabına
bağımsız çalışıyorsa yürütmekte olduğu iş nedeniyle,
c) Bir işverene bağlı olarak çalışan sigortalının,
görevli olarak işyeri dışında başka bir yere gönderilmesi nedeniyle asıl işini
yapmaksızın geçen zamanlarda, meydana gelen ve sigortalıyı hemen veya sonradan
bedenen ya da ruhen özüre uğratan olaydır.” şeklinde tanımlanmıştır.
4. Madde metninden anlaşılacağı üzere 5510 sayılı
Kanun’da düzenlenen iş kazası sayılan hâllerden (b) bendi dışındakiler yönünden
kazanın yapılan işle ilgisi aranmamaktadır. İş kazası kavramının Kanun’da bu
şekilde geniş düzenlenmesinin sebebi sosyal güvenlik hakkının koruyucu
kapsamının mümkün olduğunca genişletilmesinin amaçlanmasıdır.
5. Öte yandan 5510 sayılı Kanun’un 21 inci maddesinin
beşinci fıkrası uyarınca iş kazası, meslek hastalığı ve hastalık, üçüncü bir
kişinin kusuru nedeniyle meydana gelmişse sigortalıya ve hak sahiplerine
yapılan veya ileride yapılması gereken ödemeler ile bağlanan gelirin başladığı
tarihteki ilk peşin sermaye değerinin yarısı, zarara sebep olan üçüncü kişilere
ve şayet kusuru varsa bunları çalıştıranlara rücû edilir.
6. Bu aşamada ceza mahkemesi kararlarının hukuk
davasına etkisi, başka deyişle ceza mahkemesinin hangi kararlarının hukuk
mahkemelerini bağlayacağı konusu üzerinde durulması gerekmekte olup ceza
mahkemesi kararlarının hukuk mahkemesine (davasına) etkisi, hukukumuzda mülga
818 sayılı Kanun’un 53 üncü maddesinde (6098 sayılı Kanun’un 74 üncü maddesi)
düzenlenmiş olup hukuk hâkimi, ceza mahkemesinin kesinleşmiş kararları
karşısında ilke olarak bağımsız kılınmıştır.
7. Bu ilke, ceza kurallarının kamu yararı yönünden bir
yasağın yaptırımını, aynı uyuşmazlığı kapsamına alan hukuk kurallarının ise
kişi ilişkilerinin medeni hukuk alanında düzenlenmesi ve özellikle tazmin
koşullarını öngörmesi esasına dayanmaktadır.
8. Mülga 818 sayılı Kanun’un “Ceza Hukuku İle Medeni
Hukuk Arasında Münasebet” başlıklı 53 üncü maddesinde; “Hâkim, kusur olup
olmadığına yahut haksız fiilin faili temyiz kudretini haiz bulunup
bulunmadığına karar vermek için ceza hukukunun mesuliyete dair ahkamiyle bağlı
olmadığı gibi, ceza mahkemesinde verilen beraat kararıyla da mukayyet değildir.
Bundan başka ceza mahkemesi kararı, kusurun takdiri ve zararın miktarını tayin
hususunda dahi hukuk hâkimini takyit etmez.” hükmü yer almakta olup 6098 sayılı
Kanun’un 74 üncü maddesinde de aynı düzenleme bulunmaktadır.
9. Bu açık hüküm karşısında ceza mahkemesince verilen
beraat kararı, kusur ve derecesi, zarar tutarı, temyiz gücü ve yükletilme
yeterliği, illiyet gibi esasların hukuk hâkimini bağlamayacağı konusunda
duraksama bulunmamaktadır.
10. Hemen belirtilmelidir ki, hukuk hâkiminin yukarıda
açıklanan bu bağımsızlığı sınırsız değildir. Gerek öğretide ve gerekse
Yargıtayın yerleşmiş içtihatlarında ceza hâkiminin tespit ettiği maddi
olaylarla ve özellikle fiilin hukuka aykırılığı konusu ile hukuk hâkiminin
tamamen bağlı olacağı kabul edilmektedir. Diğer bir anlatımla maddi olayları ve
yasak eylemlerin varlığını belirleyen ceza mahkemesi kararı, taraflar yönünden
kesin delil niteliğini taşır.
11. Vurgulamakta yarar vardır ki, hukuk usulü bir
şekil hukukudur. Davanın açılması, itirazların ileri sürülmesi, tanıkların ve
diğer delillerin bildirilmesi belirli süre koşullarına bağlı kılındığı gibi
ikinci tanık listesi verilememesi, iddia ve savunmanın genişletilmesi yasağı
gibi yargılamanın süratle sonuçlandırılması gayesi ile belirli kısıtlamalar
getirilmiştir. Bunun sonucunda hukuk hâkimi şekli gerçeği arayacak, maddi
gerçek öncelikli hedef olmayacaktır. Ancak ceza hâkimi bunun tersine öncelikli
hedef olarak maddi gerçeğe ulaşmaya çalışacaktır. O hâlde ceza mahkemesinin
maddi nedensellik bağını (illiyet ilişkisi) tespit eden kesinleşmiş hükmünün
hukuk hâkimini bağlamasına, 818 sayılı Kanun’un 53 üncü maddesi bir engel
oluşturmaz.
12. Yargıtayın yerleşik uygulamasına ve öğretideki
genel kabule göre maddi olgunun tespitine ilişkin ceza mahkemesi kararı hukuk
hâkimini bağlar. Ceza mahkemesinde bir maddi olayın varlığı ya da yokluğu
konusundaki kesinleşmiş kabule rağmen aynı konunun hukuk mahkemesinde yeniden
tartışılması olanaklı değildir (Yargıtay Hukuk Genel Kurulunun 15.06.2022
tarihli ve 2019/10-111 Esas, 2022/948 Karar ile 15.12.2022 tarihli ve
2021/10-292 Esas, 2022/1759 Karar sayılı kararları).
13. Somut olayda dava dışı K9’un davalı şirketten
satın aldığı dairenin yangın merdivenine açılan kapısının altındaki boşluğa
mermer eşik yaptırmak üzere anlaştığı davacıların murisi K10’ın 03.10.2009
tarihinde yaptığı mermeri yerleştirmek isterken yangın merdiveninin kapısının
tam açılmaması üzerine kapıyı açmak için kapı arkasına geçerek klima bağlantı
hortum ve kordonlarını itmeye çalıştığı sırada dengesini kaybederek korkuluk
veya kafes sistemi bulunmayan merdiven boşluğundan düşerek vefat ettiği, Antalya
Cumhuriyet Başsavcılığının 2010/1352 Esas sayılı iddianamesi ile davalılar K7
ve K5 hakkında davacıların murisi K10’ın taksirle ölümüne sebebiyet verme
suçundan cezalandırılmaları istemiyle ceza davası açıldığı, Yargıtay 12. Ceza
Dairesi tarafından onanan Antalya 11. Asliye Ceza Mahkemesinin 12.11.2014
tarihli ve 2010/29 Esas, 2014/660 Karar sayılı kararında mimari projede yangın
merdiveni boşluğunda koruyucu kafes ve korkuluk sistemi bulunması zorunlu
olmasına rağmen binada kafes ve korkuluk sistemi yapılmadan dairelerin
sahiplerine teslim edilmesi nedeniyle olayın meydana gelmesinde davalı K7’nun
asli kusurlu; mimari projedeki koruyucu kafes ve korkuluk sisteminin
yapılmasına ilişkin denetim görevini yerine getirmeyen inşaatın mimarı ve proje
sorumlusu davalı K5’nun olayın meydana gelmesinde tali kusurlu olduğu
gerekçesiyle davalıların taksirle ölüme sebebiyet verme suçundan adli para
cezası ile cezalandırılmalarına karar verildiği, Kurum müfettişi tarafından
hazırlanan inceleme raporunda olayın iş kazası olduğunun ve murisin % 40;
davalılar K7 ve K5’nun % 60 oranında kusurlu bulunduğunun belirtildiği, eldeki
davada alınan 10.05.2018 tarihli bilirkişi heyet raporunda ise boşluktan düşme
ihtimalini öngörebilecek durumda olmasına rağmen kişisel güvenliğini ihmâl
ederek tedbirsiz ve dikkatsiz davranan murisin % 40; gerekli ikaz ve uyarılarda
bulunmayan daire sahibi dava dışı K9’un % 10; inşaat mimari projesini yapan ve
inşaat işlerinin projeye uygun yapılıp yapılmadığını denetlediğini beyan eden
ve ceza yargılaması sonucunda mahkumiyet kararı kesinleşen davalı K5’nun % 5;
yangın merdiveni boşluğunu geçici korkuluklarla güvenli hâle getirmeyen daire
sahiplerini ve bu kişilerin tadilat için anlaşmaya vardığı kişileri uyarmayan,
bilgilendirmeyen ve inşaat alanında tam bir otorite sağlamayan davalı şirketin
ise (şirket yetkilisi K7’nun % 5 oranında sorumluluğu bulunmakla) % 45 oranında
kusurlu olduğunun bildirildiği anlaşılmıştır.
14. İlk Derece Mahkemesince 10.05.2018 tarihli heyet
bilirkişi raporunda belirtilen kusur oranlarının dosya kapsamına uygun olduğu,
ceza dosyasındaki kusur raporları ile eldeki davadaki kusur raporu arasında
davalıların kusur oranlarına ilişkin farklı tespitler yapılmış ise de tüm
raporlarda murisin % 40 oranında kusurlu olduğunun belirtilmesi ve davalıların
kusur oranlarının açılacak rücuan tazminat davasında değerlendirilmesinin
mümkün olması nedeniyle yeni bir kusur raporu alınmasına gerek olmadığı gerekçesiyle
bu rapor hükme esas alınmış olup karara karşı davalı K5 vekilinin istinaf
başvurusunun Bölge Adliye Mahkemesince esastan reddedildiği, bu kararın da
davalı K5 vekili tarafından temyiz edilmesi üzerine Özel Dairece davacıların
murisi K10’ın bağımsız çalışan olduğu gözetildiğinde iş sağlığı ve güvenliği
tedbirlerinin büyük çoğunluğunun muris tarafından alınması gerektiği
gözetilerek A sınıf iş güvenliği uzmanından oluşacak bilirkişi heyetinden
olayın oluşuna uygun kusur oranlarının tespiti için yeniden rapor alınması
gerektiği gerekçesiyle bozulmasından sonra İlk Derece Mahkemesince verilen
direnme kararının davalı K5 vekili tarafından temyiz edildiği anlaşılmıştır.
15. Yukarıdaki açıklamalara göre somut olay
değerlendirildiğinde; olayın oluş şekli, müteveffanın hizmet akdiyle çalışan
olmayıp kendi nam ve hesabına bağımsız çalışması ve Yargıtay denetiminden
geçerek kesinleşen Antalya 11. Asliye Ceza Mahkemesinin 2010/29 Esas, 2014/660
Karar sayılı dosyasında olayın meydana gelmesinde müteveffa sigortalının
kusurlu olduğuna dair maddi olgunun tespit edildiği gözetildiğinde iş sağlığı
ve güvenliği tedbirlerinin büyük çoğunluğunun davacıların murisi K10 tarafından
alınması gerektiği, bu nedenle 10.05.2018 tarihli kusur bilirkişi raporunun
dosya kapsamına uygun olmadığı anlaşıldığından A sınıf iş güvenliği uzmanından
oluşacak bilirkişi heyetinden olayın oluşuna uygun kusur oranlarının tespiti
için yeniden rapor alındıktan sonra yukarıda (1) numaralı uyuşmazlık kapsamında
varılan sonuç itibariyle alacağın 07.04.2019 tarihli ek rapor ile belirli hâle
geldiği dikkate alınıp ayrıca kusur oran ve aidiyetleri ile diğer hususlara
ilişkin mahkeme kararını davalı K5 dışındaki davalıların ve davacılar vekilinin
istinaf ve temyiz etmemesi nedeniyle oluşan kazanılmış haklar gözetilerek
sonuca göre karar verilmesi gerekmektedir.
16. Hukuk Genel Kurulundaki görüşmeler sırasında
olayın oluş şekli, ceza davasında davacıların murisi K10’ın ölümü ile
sonuçlanan kazanın meydana gelmesinde davalı K5’nun tali kusurlu olduğu kabul
edilerek verilen adli para cezasının temyiz incelemesinden geçerek
kesinleşmesi, eldeki davada kusur oran ve aidiyetlerine ve diğer hususlara
ilişkin mahkeme kararını davalı K5 dışındaki davalıların ve davacılar vekilinin
istinaf ve temyiz etmemesi gözetildiğinde kesinleşen ceza mahkemesi kararı
nedeniyle davalı K5’nun az da olsa kusurlu kabul edilmesi gerektiğinden ve
eldeki davada da bu davalıya % 5 kusur izafe edildiğinden tüm dosya kapsamı ile
birlikte değerlendirme yapıldığında direnme kararının bu yönden usul ve yasaya
uygun olduğu ancak bozma nedenine göre incelenmeyen davanın esasına ilişkin
temyiz itirazlarının incelemesi dosyanın Özel Daireye gönderilmesi gerektiği
ileri sürülmüş ise de bu görüş Kurul çoğunluğu tarafından benimsenmemiştir.
17. Hâl böyle olunca Hukuk Genel Kurulunca da
benimsenen Özel Daire bozma kararına uyulması gerekirken, önceki hükümde
direnilmesi doğru olmamıştır.
18. O hâlde (2) numaralı uyuşmazlık yönünden direnme
kararı bozulmalıdır.
VII. KARAR
Açıklanan sebeplerle;
(1) numaralı uyuşmazlık yönünden davalı K5 vekilinin
temyiz itirazlarının reddi ile usul ve yasaya uygun olan İlk Derece Mahkemesi
kararının ONANMASINA (21.06.2023 tarihindeki ikinci görüşmede oy çokluğuyla),
(2) numaralı uyuşmazlık yönünden davalı K5 vekilinin
temyiz itirazlarının kabulü ile direnme kararının 6100 sayılı Kanun’un 371 inci
maddesi uyarınca BOZULMASINA (14.06.2023 tarihindeki birinci görüşmede oy
çokluğuyla),
Dosyanın 6100 sayılı Kanun’un 373 üncü maddesinin
birinci fıkrası uyarınca kararı veren İlk Derece Mahkemesine, kararın bir
örneğinin de Bölge Adliye Mahkemesine gönderilmesine kesin olarak karar
verildi.
14 Haziran 2023 Tarihli İlk Görüşme
“K A R Ş I O Y”
(1) numaralı uyuşmazlık yönünden
İlk Derece Mahkemesi ile Özel Daire arasındaki (1)
numaralı uyuşmazlık, belirsiz alacak davası olarak açılan eldeki davada maddi
tazminat miktarının 22.09.2018 tarihli bilirkişi raporuyla mı yoksa 07.04.2019
tarihli ikinci ek bilirkişi raporuyla mı tam ve kesin olarak belirlenebilir
hâle geldiği; buradan varılacak sonuca göre 08.10.2018 tarihli ilk talep
artırım dilekçesine mi yoksa 27.06.2019 tarihli dilekçenin ıslah dilekçesi mi
yahut ikinci talep artırım dilekçesi mi olduğu belirlenip buna göre bu dilekçeye
mi itibar edilmesi gerektiği noktasında toplanmaktadır.
Çoğunluk görüşüne aşağıda açıklanan nedenlerle
katılınmamıştır.
Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nun (6100 sayılı Kanun) 107
nci maddesiyle mülga 1086 sayılı Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunu’nda yer
almayan yeni bir dava türü olarak belirsiz alacak ve tespit davası kabul
edilmiştir.
Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nun “Belirsiz alacak ve
tespit davası” başlıklı 107 nci maddesinin 28.07.2020 tarihli ve 31199 sayılı
Resmî Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe giren 7251 sayılı Hukuk Muhakemeleri
Kanunu ile Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılması Hakkında Kanun (7251 sayılı
Kanun) ile değiştirilmeden önceki metninde;
“(1)Davanın açıldığı tarihte alacağın miktarını yahut
değerini tam ve kesin olarak belirleyebilmesinin kendisinden beklenemeyeceği
veya bunun imkânsız olduğu hâllerde, alacaklı, hukuki ilişkiyi ve asgari bir
miktar ya da değeri belirtmek suretiyle belirsiz alacak davası açabilir.
(2)Karşı tarafın verdiği bilgi veya tahkikat sonucu
alacağın miktarı veya değerinin tam ve kesin olarak belirlenebilmesinin mümkün
olduğu anda davacı, iddianın genişletilmesi yasağına tabi olmaksızın davanın
başında belirtmiş olduğu talebini artırabilir.
(3)Ayrıca, kısmi eda davasının açılabildiği hâllerde,
tespit davası da açılabilir ve bu durumda hukuki yararın var olduğu kabul
edilir.” düzenlenmesi bulunmakta iken 7251 sayılı Kanun’un 7 nci maddesi ile
madde başlığı “Belirsiz alacak davası”; ikinci fıkrası “(2) Karşı tarafın
verdiği bilgi veya tahkikat sonucu alacağın miktarı veya değerinin tam ve kesin
olarak belirlenebilmesi mümkün olduğunda, hâkim tarafından tahkikat sona
ermeden verilecek iki haftalık kesin süre içinde davacı, iddianın genişletilmesi
yasağına tabi olmaksızın talebini tam ve kesin olarak belirleyebilir. Aksi
takdirde dava, talep sonucunda belirtilen miktar veya değer üzerinden görülüp
karara bağlanır.” şeklinde değiştirilmiş, maddenin üçüncü fıkrası ise
yürürlükten kaldırılmıştır.
Hükümet tasarısında yer almayan bu madde, Türkiye
Büyük Millet Meclisi Adalet Komisyonu tarafından esasen baştan miktar veya
değeri tam tespit edilemeyen bir alacakla ilgili hak arama durumunda olan
kişinin, hukuk sisteminde karşılaştığı güçlüklerin bertaraf edilerek hak arama
özgürlüğü çerçevesinde mümkün olduğunca en geniş şekilde korunmasının
sağlanması gerekçesi ile ihdas edilmiş ve kanunlaşmıştır.
Davanın belirsiz alacak davası türünde açılabilmesi
için davanın açıldığı tarih itibariyle uyuşmazlığa konu alacağın miktar veya
değerinin tam ve kesin olarak davacı tarafça belirlenememesi gereklidir.
Belirleyememe hâli, davacının gerekli dikkat ve özeni göstermesine rağmen
miktar veya değerin belirlenmesinin kendisinden gerçekten beklenilmemesi
durumuna ya da objektif olarak imkânsızlığa dayanmalıdır.
Madde gerekçesinde; “Bu davanın kabul edilmesinin
artık salt hukukî korumanın ötesine geçilerek “etkin hukukî koruma”nın gündeme
gelmiş olmasının da bunu gerektirdiği belirtildiği gibi, hak arama durumunda
olan kişi, talepte bulunacağı hukukî ilişkiyi, muhatabını ve bu ilişkiden
dolayı talep edeceği miktarı asgarî olarak bilmesine ve tespit edebilmesine
rağmen, alacağının tamamını tam olarak tespit edemeyebilecektir. Belirsiz
alacak ve tespit davalarına ilişkin hükümlerin mukayeseli hukukta da yer aldığı
dikkate alınarak, davanın açıldığı tarihte alacağın miktarını yahut değerini
tam ve kesin olarak belirleyebilmesinin kendisinden beklenemeyeceği veya bunun
imkânsız olduğu hâllerde, alacaklının, hukukî ilişki ile asgarî bir miktar ya
da değer belirterek belirsiz alacak davası açabilmesi kabul edilmiştir.
Alacaklının bu tür bir dava açması için, dava açacağı miktar ya da değeri tam
ve kesin olarak gerçekten belirlemesi mümkün olmamalı ya da bu objektif olarak
imkânsız olmalıdır. Belirsiz alacak veya tespit davası açıldıktan sonra,
yargılamanın ilerleyen aşamalarında, karşı tarafın verdiği bilgiler ve sunduğu
delillerle ya da delillerin incelenmesi ve tahkikat işlemleri sonucu (örneğin,
bilirkişi ya da keşif incelemesi sonrası), baştan belirsiz olan alacak belirli
hâle gelmişse, davacının, iddianın genişletilmesi yasağına tabi olmaksızın
davanın başında belirtmiş olduğu talebini artırabilmesi benimsenmiştir.”
şeklindeki açıklamayla alacağın belirsiz olup olmadığı ile ilgili olarak bazı
kıstaslar kabul edilmiştir.
Bu kıstaslar; davanın açıldığı tarihte alacağın
miktarını yahut değerini tam ve kesin olarak belirleyebilmesinin;
i. Davacının kendisinden beklenememesi,
ii. Bunun olanaksız olması,
iii. Açıkça karşı tarafın verdiği bilgi veya tahkikat
sonucu alacağın miktarı ve değerinin tam ve kesin olarak belirlenebilmesinin
mümkün olması olarak belirtilmektedir.
Belirsiz alacak davasının getirdiği en önemli etkin
koruma, usul ekonomisi ve hak arama özgürlüğüne hizmet etmesi yanında davacının
yüksek yargılama giderlerine katlanma ve dava konusu hakkın zamanaşımına uğrama
riskini azaltmasıdır.
Zira zamanaşımı süresi, belirsiz alacak davası
açılması ile tüm alacak için kesildiğinden davacının belirleyemediği alacağının
zamanaşımına uğraması söz konusu olmayacaktır (Hakan Pekcanıtez, Belirsiz
Alacak Davası, 2011, s. 26-31).
Bu noktada usul kanunlarında yapılacak değişikliklerin
zaman bakımından uygulanması ile ilgili açıklama yapılması faydalı olacaktır.
Usul hukuku alanında geçerli temel ilke, yargılamaya
ilişkin usul hükümlerinin derhâl yürürlüğe girmesidir. Bu ilkenin
benimsenmesinin nedeni ise bu kanun hükümlerinin kamu düzeni ile yakından
ilgili olduğu, daima eskisinden daha iyi ve amaca en uygun olduğu fikri ile
kanun koyucunun, fertlere ait olan hakların yeni usul hükümleri ile daha önce
yürürlükte olan kanundan daha iyi ve daha adil bir şekilde korunacağına ilişkin
inancıdır.
Usul kurallarının zaman bakımından uygulanmasında
derhâl uygulanırlık kuralı ile birlikte dikkate alınması gereken bir husus da
yeni usul kuralı yürürlüğe girdiğinde ilgili “usul işleminin tamamlanıp
tamamlanmadığı”dır.
Hemen belirtilmelidir ki dava, dava dilekçesinin
mahkemeye verilmesiyle başlayan ve bir kararla (veya hükümle) sonuçlanıncaya
kadar devam eden çeşitli usul işlemlerinden ve aşamalarından oluşmaktadır.
Yargılama sırasındaki her usul işlemi, ayrı ayrı ele alınıp değerlendirmeye
tabi tutulmalıdır.
Bir usul işlemi yargılama sırasında yapılmaya başlanıp
tamamlandıktan sonra yeni bir usul kuralı yürürlüğe girerse söz konusu işlem
geçerliliğini korur. Başka bir deyişle tamamlanmış usul işlemleri, yeni
yürürlüğe giren usul hükmünden (veya kanunundan) etkilenmez. Buna karşın bir
usul işlemine başlanmamış veya başlanmış olup da henüz tamamlanmamış ise yeni
usul hükmü (veya kanunu) hemen yürürlüğe gireceğinden etkilenir. Çünkü usule
ilişkin kanunlar -tersine bir kural benimsenmediği takdirde- genel olarak hemen
etkili olup uygulanırlar (Saim Üstündağ, Medeni Yargılama Hukuku, Cilt I,
İstanbul 1997, s. 73 ilâ 78).
Yapılan açıklama ve ilkelere uygun olarak 6100 sayılı
Kanun’un “Zaman bakımından uygulanma” başlığını taşıyan 448 inci maddesinin
birinci fıkrası da, “Bu Kanun hükümleri, tamamlanmış işlemleri etkilememek
kaydıyla derhâl uygulanır” hükmünü içermektedir. Bu madde hükmüne göre kanunda
aksine bir düzenleme getirilmediği takdirde yeni usul hükümlerinin tamamlanmış
usul işlemlerine bir etkisi olmayacak, önceki kanuna veya hükümlere göre
yapılmış ve tamamlanmış olan işlemler geçerliliğini koruyacaktır. Buna karşın
tamamlanmamış usul işlemleri yeni kanun hükümlerine göre yapılacaktır. Nitekim
aynı hususlar Yargıtay Hukuk Genel Kurulunun 18.03.2021 tarihli ve 2017/4-1397
Esas, 2021/292 Karar ile 27.12.2022 tarihli ve 2022/(22)9-668 Esas, 2022/1841
Karar sayılı kararında da vurgulanmıştır.
Diğer taraftan belirsiz alacak davasını açan davacı,
alacağı belirlenebilir hâle geldikten sonra kesin talep sonucunu mahkemeye
bildirecektir. Talep sonucunun kesin olarak belirlenmesi genellikle geçici
talep sonucunun artırılması şeklinde olacaktır. Kanun talep sonucunun
artırılmasına açıkça izin verdiğinden ayrıca karşı tarafın iznine veya ıslah
yoluna başvurulmasına gerek bulunmamaktadır. Davacı tarafça talep sonucunun
kesinleştirilmesi üzerine geçici talep sonucu değil kesin talep sonucu esas
alınmalıdır (Pekcanıtez, s. 56).
Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nun 107 nci maddesinin
ikinci fıkrası ile tahkikatın sona ermesine kadar davanın başında belirtilen
talebin artırılabileceği kabul edilmişken 7251 sayılı Kanun’un 7 nci maddesi
ile 6100 sayılı Kanun’un 107 nci maddesinin ikinci fıkrasında yapılan
değişiklikle talep sonucunun belirlenmesi mümkün olduğunda hâkim tarafından
tahkikat sona ermeden verilecek iki haftalık kesin süre içinde davacının
talebini artırabileceğine dair düzenleme yapılmıştır.
Bu açıklamalara göre 28.07.2020 tarihinde yürürlüğe
giren 7251 sayılı Kanun’un 7 nci maddesi ile 6100 sayılı Kanun’un 107 nci
maddesinin ikinci fıkrasında yapılan değişiklikle talep sonucunun belirlenmesi
mümkün olduğunda hâkim tarafından tahkikat sona ermeden verilecek iki haftalık
kesin süre içinde davacının talebini artırabileceğine dair düzenleme yapılmış
ise de bu kanunların geriye yürümemesi ilkesi ve talep artırımının yapılmakla
tamamlanmış usuli işlem olması nedeniyle eldeki davada talep artırım dilekçelerinin
tarihi itibariyle bu yeni hükmün uygulanamayacağı açıktır.
O hâlde eldeki davanın yasal dayanağı olan 6100 sayılı
Kanun’un 107 nci maddesinin ikinci fıkrasının ilk hâlinde yer alan düzenlemeye
göre belirsiz alacak davasını açan davacı, alacağı belirlenebilir hâle
geldikten sonra kesin talep sonucunu mahkemeye bildirecektir. Talep sonucunun
kesin olarak belirlenmesi genellikle geçici talep sonucunun artırılması
şeklinde olacaktır. Kanun talep sonucunun artırılmasına açıkça izin verdiğinden
ayrıca karşı tarafın iznine veya ıslah yoluna başvurmasına gerek bulunmamaktadır.
Davacı tarafça talep sonucunun kesinleştirilmesi üzerine geçici talep sonucu
değil kesin talep sonucu esas alınmalıdır (Pekcanıtez, s. 56).
Davacı davalının delillerini sunmasından sonra
alacağını belirleyebilir. Bu durum özellikle bilirkişi aracılığı ile zararın
tam olarak belirlenmesinden sonra söz konusu olabilir. Ancak bunun için davacı
bir kez talep sonucunu belirleyebilme olanağına sahiptir. Birden fazla
bilirkişi incelemesi yaptırılmış ise her bilirkişi incelemesinden sonra talep
sonucunu yeniden belirleyebilme hakkına sahip değildir. Davacı talep sonucunu
belirledikten sonra artırmaya kalkışırsa bu iddianın genişletilmesi yasağına tâbi
olacaktır (Hakan Pekcanıtez, Medeni Usul Hukuku, C.II, Onbeşinci Baskı,
İstanbul 2017, s. 1052, 1053).
Davacı aceleci davranıp talep sonucunu belirledikten
sonra alacağının daha fazla olması gerektiğini düşünerek talep sonucunu
artırmaya kalkışırsa karşı tarafın açık iznine ihtiyaç duyacaktır. Kanun talep
sonucunun kesin olarak belirlenmesi için davacıya sadece bir kez olanak
tanımaktadır. İkinci kez talep sonucu belirlenmek istendiğinde karşı taraf izin
vermezse ya da hiç ses çıkarmazsa davacının talep sonucunu artırmak için ıslah
yoluna başvurması ve ıslah suretiyle talep sonucunu artırması mümkündür (Pekcanıtez,
Medeni Usul Hukuku, s. 1066).
Nitekim davacı aceleci davranıp geçici talep sonucunu
kesin sonuca dönüştürdükten sonra alacağın daha fazla olması gerektiğini
düşünerek bir kez daha talep sonucunu artırmaya kalkıştığı takdirde iddianın
genişletilmesi yasağı ile karşı karşıya kalacağı için bunu ancak davalının açık
muvafakatı yahut ıslaha başvuru suretiyle gerçekleştirebilir (Süha Tanrıver,
Medeni Usul Hukuku, C. 1. Ankara 2016, s.591).
Somut olayda davacılar vekili belirsiz alacak davası
olarak açtığı davada davacı eş K1 yönünden 1.000,00 TL maddi, 40.000,00 TL
manevi tazminatın, çocuklar Buse ve K3 yönünden 1.000,00’er TL maddi, 30.000’er
TL manevi tazminatın, baba K3 yönünden ise 1.000,00 TL maddi, 40.000,00 TL
manevi tazminatın davalılardan tahsiline karar verilmesini talep etmiş;
08.10.2018 tarihli talep artırım dilekçesi ile 22.09.2018 tarihli bilirkişi
raporuna itiraz etmekle birlikte bu rapor doğrultusunda eş K1 yönünden maddi tazminat
miktarını 181.769,49 TL’ye, çocuk K2 yönünden 69.384,50 TL’ye, çocuk K3
yönünden 39.067,71 TL’ye yükseltmiştir. Ancak 27.06.2019 tarihli ikinci talep
artırım dilekçesi ile tamamlama harcını yatırarak 07.04.2019 tarihli ek
bilirkişi raporunda belirlenen miktarlar doğrultusunda talebini iki kez
arttırarak davacı eş K1 yönünden maddi tazminat miktarını 219.748,45 TL’ye ,
çocuk K2 yönünden 79.007,70 TL’ye, çocuk K3 yönünden ise 42.460,06 TL’ye
çıkarmıştır.
Yukarıdaki açıklamalar ışığında somut olay
değerlendirildiğinde davacılar vekili her ne kadar 22.09.2018 tarihli bilirkişi
raporuna itiraz etmiş ise de rapora ilişkin itirazlarının karşılanmasını veya
ek rapor alınmasını beklemeksizin aceleci davranıp 08.10.2018 tarihli talep
artırım dilekçesiyle talep sonucunu belirlediği anlaşıldığından artık davacılar
vekilinin 07.04.2019 tarihli ek bilirkişi raporunda belirtilen miktarları esas
alarak daha fazla alacağı olduğunu düşünerek talep sonucunu ikinci kez artırmaya
yönelik verdiği 27.06.2019 tarihli talep artırım dilekçesine hukuki değer
atfedilemeyeceği açıktır. Hâl böyle olunca İlk Derece Mahkemesince 08.10.2018
tarihli ilk talep artırım dilekçesi hükme esas alınması gerekirken 27.06.2019
tarihli ikinci talep artırım dilekçesine itibar edilerek karar verilmesi
isabetli bulunmamıştır.
Bu itibarla (1) numaralı uyuşmazlık yönünden Özel
Dairenin bozma kararı usul ve yasaya uygun olduğundan Sayın Çoğunluğun görüşüne
açıklanan nedenlerle katılmamaktayım.
(2) numaralı uyuşmazlık yönünden
İlk Derece Mahkemesi ile Özel Daire arasındaki (2)
numaralı uyuşmazlık; davacıların murisinin çalışma şekli, olayın oluşu, ceza
davasındaki maddi olgunun hukuk hâkimini bağladığı ve davacıların murisi K10’ın
bağımsız çalışan olduğu gözetildiğinde iş sağlığı ve güvenliği tedbirlerinin
büyük çoğunluğunun davacıların murisi tarafından alınması gerektiğinin
kabulünün dosya kapsamına uygun olup olmadığı; buradan varılacak sonuca göre A
sınıf iş güvenliği uzmanından oluşacak bilirkişi heyetinden olayın oluşuna uygun
kusur oranlarının tespiti için yeniden rapor alınmasının gerekip gerekmediği
noktasında toplanmakta olup çoğunluk tarafından kararın Özel Daire bozma
kararında gösterilen nedenlerden dolayı bozulması gerektiği kabul edilmiştir.
Çoğunluk görüşüne aşağıda açıklanan nedenlerle
katılınmamıştır.
Öncelikle ceza mahkemesi kararlarının hukuk davasına
etkisi başka deyişle ceza mahkemesinin hangi kararlarının hukuk mahkemelerini
bağlayacağı konusu üzerinde durulmalıdır.
Ceza mahkemesi kararlarının hukuk mahkemesine
(davasına) etkisi, hukukumuzda mülga 818 sayılı Borçlar Kanunu’nun (818 sayılı
Kanun) 53 üncü maddesinde [6098 sayılı Türk Borçlar Kanunu’nun (6098 sayılı
Kanun) 74 üncü maddesi] düzenlenmiş olup hukuk hâkimi, ceza mahkemesinin
kesinleşmiş kararları karşısında ilke olarak bağımsız kılınmıştır.
Bu ilke, ceza kurallarının kamu yararı yönünden bir
yasağın yaptırımını, aynı uyuşmazlığı kapsamına alan hukuk kurallarının ise
kişi ilişkilerinin medeni hukuk alanında düzenlenmesi ve özellikle tazmin
koşullarını öngörmesi esasına dayanmaktadır.
Mülga 818 sayılı Kanun’un “Ceza Hukuku İle Medeni
Hukuk Arasında Münasebet” başlıklı 53 üncü maddesinde; “Hâkim, kusur olup
olmadığına yahut haksız fiilin faili temyiz kudretini haiz bulunup
bulunmadığına karar vermek için ceza hukukunun mesuliyete dair ahkamiyle bağlı
olmadığı gibi, ceza mahkemesinde verilen beraat kararıyla da mukayyet değildir.
Bundan başka ceza mahkemesi kararı, kusurun takdiri ve zararın miktarını tayin
hususunda dahi hukuk hâkimini takyit etmez.” hükmü yer almakta olup 6098 sayılı
Kanun’un 74 üncü maddesinde de aynı düzenleme bulunmaktadır.
Bu açık hüküm karşısında ceza mahkemesince verilen
beraat kararı, kusur ve derecesi, zarar tutarı, temyiz gücü ve yükletilme
yeterliği, illiyet gibi esasların hukuk hâkimini bağlamayacağı konusunda
duraksama bulunmamaktadır.
Hemen belirtilmelidir ki, hukuk hâkiminin yukarıda
açıklanan bu bağımsızlığı sınırsız değildir. Gerek öğretide ve gerekse
Yargıtayın yerleşmiş içtihatlarında ceza hâkiminin tespit ettiği maddi
olaylarla ve özellikle fiilin hukuka aykırılığı konusu ile hukuk hâkiminin
tamamen bağlı olacağı kabul edilmektedir. Diğer bir anlatımla maddi olayları ve
yasak eylemlerin varlığını belirleyen ceza mahkemesi kararı, taraflar yönünden
kesin delil niteliğini taşır.
Vurgulamakta yarar vardır ki, hukuk usulü bir şekil
hukukudur. Davanın açılması, itirazların ileri sürülmesi, tanıkların ve diğer
delillerin bildirilmesi belirli süre koşullarına bağlı kılındığı gibi ikinci
tanık listesi verilememesi, iddia ve savunmanın genişletilmesi yasağı gibi
yargılamanın süratle sonuçlandırılması gayesi ile belirli kısıtlamalar
getirilmiştir. Bunun sonucunda hukuk hâkimi şekli gerçeği arayacak, maddi
gerçek öncelikli hedef olmayacaktır. Ancak ceza hâkimi bunun tersine öncelikli
hedef olarak maddi gerçeğe ulaşmaya çalışacaktır. O hâlde ceza mahkemesinin
maddi nedensellik bağını (illiyet ilişkisi) tespit eden kesinleşmiş hükmünün
hukuk hâkimini bağlamasına, 818 sayılı Kanun’un 53 üncü maddesi bir engel
oluşturmaz.
Yargıtayın yerleşik uygulamasına ve öğretideki genel
kabule göre maddi olgunun tespitine ilişkin ceza mahkemesi kararı hukuk
hâkimini bağlar. Ceza mahkemesinde bir maddi olayın varlığı ya da yokluğu
konusundaki kesinleşmiş kabule rağmen aynı konunun hukuk mahkemesinde yeniden
tartışılması olanaklı değildir (Yargıtay Hukuk Genel Kurulunun 15.06.2022
tarihli ve 2019/10-111 Esas, 2022/948 Karar ile 15.12.2022 tarihli ve
2021/10-292 Esas, 2022/1759 Karar sayılı kararları).
Somut olayda Antalya Cumhuriyet Başsavcılığının
2010/1352 Esas sayılı iddianamesi ile davalılar K7 ve K5 hakkında davacıların
murisi K10’ın taksirle ölümüne sebebiyet verme suçundan cezalandırılması
istemiyle ceza davası açıldığı, Yargıtay 12. Ceza Dairesi tarafından onanan
Antalya 11. Asliye Ceza Mahkemesinin 12.11.2014 tarihli ve 2010/29 Esas,
2010/1352 Karar sayılı kararında beş ayrı bilirkişi raporu alınmasına rağmen
hangi rapora itibar edildiği açıkça belirtilmeksizin 03.10.2009 tarihinde muris
K10’ın dava dışı K9’a ait dairenin yangın merdivenine açılan kapısının
altındaki boşluğa mermer yapmak isterken yangın merdiveni boşluğuna düşerek
vefat ettiği, mimari projede yangın merdiveni boşluğunda koruyucu kafes ve
korkuluk sistemi bulunması zorunlu olmasına rağmen binada kafes ve korkuluk
sistemi yapılmadan dairelerin sahiplerine teslim edilmesi nedeniyle olayın
meydana gelmesinde davalı K7’nun asli kusurlu; mimari projedeki koruyucu kafes
ve korkuluk sisteminin yapılmasına ilişkin denetim görevini yerine getirmeyen
inşaatın mimarı ve proje sorumlusu davalı Engin Koyuncunun olayın meydana
gelmesinde tali kusurlu olduğu gerekçesiyle davalıların taksirle ölüme
sebebiyet verme suçundan adli para cezası ile cezalandırılmalarına karar
verildiği, Kurum müfettiş raporunda murisin % 40; davalılar K7 ve K5’nun % 60
kusurlu olduğunun belirtildiği, eldeki davada alınan 10.05.2018 tarihli heyet
bilirkişi raporunda ise boşluktan düşme ihtimalini öngörebilecek durumda
olmasına rağmen kişisel güvenliğini ihmâl ederek tedbirsiz ve dikkatsiz
davranan murisin % 40; gerekli ikaz ve uyarılarda bulunmayan daire sahibi dava
dışı K9’un % 10; inşaat mimari projesini yapan ve inşaat işlerinin projeye
uygun yapılıp yapılmadığını denetlediğini beyan eden ve ceza yargılaması
sonucunda mahkumiyet kararı kesinleşen davalı K5’nun % 5; yangın merdiveni
boşluğunu geçici korkuluklarla güvenli hâle getirmeyen daire sahiplerini ve bu
kişilerin tadilat için anlaşmaya vardığı kişileri uyarmayan, bilgilendirmeyen
ve inşaat alanında tam bir otorite sağlamayan davalı şirketin ise (şirket
yetkilisi K7’nun % 5 oranında sorumluluğu bulunmakla) % 45 oranında kusurlu
olduğunun bildirildiği anlaşılmıştır.
İlk Derece Mahkemesince 10.05.2018 tarihli heyet
bilirkişi raporunda belirtilen kusur oranlarının dosya kapsamına uygun olduğu,
ceza dosyasındaki kusur raporları ile eldeki davadaki kusur raporu arasında
davalıların kusur oranlarına ilişkin farklı belirlemeler olsa da tüm raporlarda
murisin % 40 oranında kusurlu olduğunun belirtilmesi ve davalıların kusur
oranlarının açılacak rücuan tazminat davasında değerlendirilmesinin mümkün
olması nedeniyle yeni bir kusur raporu alınmasına gerek olmadığı gerekçesiyle davanın
kısmen kabulüne dair verilen karara karşı davalı K5 vekilinin istinaf
başvurusunun Bölge Adliye Mahkemesince esastan reddedildiği, bu kararın da
davalı K5 tarafından temyizi üzerine Özel Dairece davacıların murisi K10’ın
bağımsız çalışan olduğu gözetildiğinde iş sağlığı ve güvenliği tedbirlerinin
büyük çoğunluğunun muris tarafından alınması gerektiği gözetilerek A sınıf iş
güvenliği uzmanından oluşacak bilirkişi heyetinden olayın oluşuna uygun kusur
oranlarının tespiti için yeniden rapor alınması gerektiği gerekçesiyle
bozulmasından sonra İlk Derece Mahkemesince verilen direnme kararının davalı K5
vekili tarafından temyiz edildiği anlaşılmıştır.
Yukarıdaki açıklamalara göre olayın oluş şekli, ceza
davasında davacıların murisi K10’ın ölümü ile sonuçlanan kazanın meydana
gelmesinde davalı K5’nun tali kusurlu olduğu kabul edilerek verilen adli para
cezasının temyiz incelemesinden geçerek kesinleşmesi, eldeki davada kusur oran
ve aidiyetlerine ve diğer hususlara ilişkin mahkeme kararını davalı K5
dışındaki davalıların ve davacının istinaf ve temyiz etmemesi gözetildiğinde
kesinleşen ceza mahkemesi kararı nedeniyle davalı K5’nun az da olsa kusurlu kabul
edilmesi gerektiğinden ve eldeki davada da bu davalıya % 5 kusur izafe
edildiğinden tüm dosya kapsamı ile birlikte değerlendirme yapıldığında direnme
kararının bu yönden usul ve yasaya uygun olduğu kabul edilmelidir.
Bu itibarla (2) numaralı uyuşmazlık yönünden direnme
kararı usul ve yasaya uygun olup bozma nedenine göre incelenmeyen davanın
esasına ilişkin temyiz itirazlarının incelemesi dosyanın Özel Daireye
gönderilmesi gerektiği görüşünde olduğumdan Sayın Çoğunluğun bozma düşüncesine
katılamıyorum.